Bağışlayan ve mihriban olan Allah’ın adıyla...
Hamd, bütün mahlûkatı yaratan âlemlerin Rabbine mahsustur. Seyyidimiz,
Nebimiz ve Mevlamız, Allah’ın kulu, Resulü ve Habibi olan Ebu’l-Kasım
Muhammed’e (s.a.a), Onun masum ve pak evlatlarına salât ve selâm olsun.
Allah’ın(a.c) rahmetinden kovulmuş
şeytandan Rahman Rabb’e sığınırız.
Dünya denilince akla
gelen iki kelime vardır. Biri doğu, diğeri batı. Birbirinden farklı iklimler,
farklı yaşam tarzları. Biri güçlü, diğeri zayıf. Oysa her ikisi de özgürlükten
bahsediyor. Acaba şu içinde bulunduğumuz yaşam tarzında, gerçekten özgürlük var
mıdır? Batı’da insanlar özgürlüğü şöyle yorumluyor; biz eskiden tutsaktık, çünkü
görünürde özgür olsak bile zayıf bir özgürlüğümüz vardı. Yaptığımız,
yapacağımız şeyleri biz seçmiyorduk, baskılar ve dayatmalar yüzünden buna
mecbur kalıyorduk. Fakat post-modern yaşam tarzı sayesinde güçlü bir özgürlüğümüz
oldu. Böylece kendi hür irademizle seçme hakkına sahip olmuş bulunmaktayız.
Teknolojik ve
bilimsel alanda gelişmiş olan Batı, bu vesile ile bir özgüven kazanmış
olabilir. Belki de kendilerini laik sistemin gelişi ile birlikte daha güvende
hissediyorlar. Bunun nedenini geçmiş oldukları tarihsel süreçte bulabiliriz.
Fakat bugün ki toplum içerisinde değer ve normların sabit bir adı yok. Neyin
doğru ve neyin yanlış olduğu konusunda verecek bir cevapları da yok. Bunun
yegane sebebi individualizm olan bireyciliktir. Herkes kendine göre yaşıyor
hayatını. Herşeyden önce “ben” geliyor. İnsanlar içinde barındırdıkları
egolarını tahmin etmenin yollarını arıyarak geçiriyor zamanlarını. Ahlâk’ın adı
var ama manası yok. Bu durum insanlar içerisinde karmaşalara yol açıyor. Acaba
bu yaşam tarzı, bu medeniyet insanlara huzur ve saadet veriyor mu? Eğer huzur
veriyorsa, insanlar neden kötü işlerden kendilerini alıkoyamıyorlar? Neden kendilerini mutsuz hissediyorlar?
Bugün insanlara
baktığımızda bir çoğunun psikolojik sorunlar yaşadığını görmekteyiz. Ki bu
teknolojinin gelişmesi ile birlikte her geçen gün artmaktadır.
Diğer taraftan, doğu
kısmına yani Batı dışında ki kıtalara baktığımızda, orda da durumun pek iç
açıcı olmadığını görüyoruz. Batının zulüm ve baskılarına mağruz kalmış kan
ağlayan insanlar görmekteyiz.
Dolaysıyla şöyle
diyebiliriz, dünya’nın bir tarafında aşırı bir sınırsızlık bulunmaktadır. Bu da
insanlar da mutsuzluğa yol açmaktadır. Diğer tarafta ise insanların kanı akılmakta.
Yani her iki kesim mutsuz ve birşeylerin değişmesini istiyor. Bu değişim yani
huzur ve adalet için bir kurtarıcı’nın gelmesini bekliyor. Ve Ehl-i Beyt
mektebi daima bir kurtarıcının geleceğini bildirmiştir.
Peki bu
kurtarıcı’nın gelmesi için ne yapmak gerekiyor? Beklemekten maksat nedir?
Otobüs bekler gibi, hiç birşey yapmadan beklemek, intizardan sayılıyor mu? Bu
soruların cevabına geçmeden önce kendimize samimi bir şekilde şu soruyu
soralım; Beklediğimiz kurtarıcı kimdir ve onu ne kadar tanıyoruz? Kimilerine
göre kim olduğu mühim değildir, yeter ki gelsin ve kurtarsın dünyayı fesat ve
kötülüklerden. Fakat bizler gelecek olan kurtarıcı’nın kim olduğunu biliyoruz. Ama
birini tanımak, onun kim olduğunu bilmek anlamına gelmiyor.
İmam Mehdi’yi (af)
tanımak, zuhuru bekleyen müminin ilk görevidir. Yani İmam Zaman’ın (af) kutsal
varlığı hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Zira insan İmam ve konumunu bilmeden
ona karşı nasıl bir görevi olduğunu bilemez. Resul-ü Ekrem (saa) şöyle
buyuruyor: ‘Kendi döneminin imamını tanımadan ölen kişi, cahiliye dönemindeki ölümle
ölmüştür.’ Demek ki eğer bir insan, gereken şekilde imamını tanırsa ve onun
emrine teslim olursa, İmam’ı tarafından ona nasip olan en üstün özellik Allah’ı
tanımak ve kemalet yolunda bulunmasıdır. Bu da bizzat tüm faziletlerin kaynağıdır. İmam Zaman’ı tanımak, insanın
saadetini garantileyen hayırların kaynağıdır. Kurtarıcının zuhur etmesi için her
şeyden önce dünya da geniş bir reform ve ıslahatın ağır yükünü taşıyabilecek
değerli insanî güç ve unsurlara ihtiyaç vardır. O hazretin muazzam programının
gerçekleşmesi için ruhsal ve fiziksel açıdan hazırlanmak ve en üst düzeyde
düşünceye sahip olmak, söz konusu hazırlıkların başlangıcıdır. Zuhuru bekleyenlerin
görevlerinden bir diğeri ise, Gaybette olan İmam’ın zuhuru için kendini
yetiştirsi ve hazır olmasıdır. Kur'an-ı Kerim Enbiya suresinin 105. ayetinde
şöyle buyuruyor: Andolsun ki; zikirden (Tevrat'tan) sonra Zebur'da, arza salih
kullarımızın varis olacağını yazdık. Öyle ise İmam Mehdi’nin (af) gerçek
yarenleri ve bekleyenleri, Allah’ın seçkin ve Salih kulları olarak güçlü imana
sahip olan ve kendi hedefinde ilerleyenlerdirler.[1]
Zuhuru bekleyenlerin başka bir görevi ise yanlışlara
ve haksızlıklara karşı itiraz etmeleridir. İmam Ali (a.s)’a hilafeti teklif
ettiklerinde, İmam’a bunun karşılığında bizim istediğimizi yapacaksın dediler.
Emirel muminin (a.s) itiraz ederek asla kabul etmem dedi.
Bekleyiş içerisinde olanlar, bir kurtarıcıyı
beklemeyi hedeflemektedirler. Fakat bununla birlikte itiraz etmek gerekiyor.
Dolaysıyla diyoruz ki; intizar durağan şeklinde bir bekleyiş tarzı değildir.
Ehl-i Beyt mektebinde ki bekleyiş, intizar aslında itirazdır. Bekleyen birisi
hiç bir zaman razı değildir, hoşnut değildir. Hiç bir zaman boyunduruk altına
girmez, hiç bir zaman eyvallah demez, hiç bir zaman muhafazakar olmaz, hiç bir
zaman yandaş olmaz... Çünkü bekleyen bir insan ne yapması gerektiğini bilir. Haksızlıklara
ve zulümlere karşı göz yummak Ehl-i Beyt
mektebinde asla yer almamıştır. Acaba bu itirazı günümüzün neresinde
bulabiliriz ya da kimlere karşı itiraz etmemiz gerekmektedir? İlk olarak
zalimlere karşı, karşı çıkmamız gerekiyor. Sen ey zalim olan kimse, nasıl oldu
da zalim oldun? Neden adaleti gözetmeyi bıraktın diyebilmemiz lâzım... İkinci olarak
medyaya karşı, karşı çıkmamız lâzım. Çünkü o bizlere olanları yanlış ve eksik
göstermekte. Gerçekleri bizden saklamaktadır. Ve son olarak Ateist zihniyetine
sahip Bilim adamlarına itiraz etmemiz gerekiyor. Onlar nasıl olurda bir bilim
adamı olarak Allah’ı inkar edip evrim teorisini ortaya atabilirler?[2] Bu
nedenden dolayı yüzeysel bekleyiş, görünüşte ve geçici olandır. Sadece dua
ederek, dini törenler düzenleyerek yetinen bir bekleyiştir. Fakat gerçek bir bekleyiş,
sorumluluk taşıyarak, sosyal ve kişisel alanlarda yapıcı ve sürekli
çalışmaların ortamını oluşturan bekleyiştir.[3]
İnsan sevdiklerini mutlu ederek onun
takdirini kazanmak ister. Eğer biz İmam-ı Zaman’ı seviyorsak, ki sevdiğimizi
iddia ediyoruz, gelin İmamımızı hoşnut edelim, günahlarımızdan el çekerek onun
gelmesini canı gönülden arzulayıp bunu ona amellerimiz ile gösterelim...
Gökten bir ışık geldi, güçlü bir şekilde
Vaat edilen Hz. Mehdi’yi bir kez daha müjdeledi
Bu dünya, huzur ve güvenliğe kavuşacak dedi
Gökyüzü minarelerinden sanki ezan sesi gelmekteydi...[4]
Yusufu Zehra’nın nur çehresine salavat...
اللهم صل علی
محمد و آل محمد و عجل فرجهم...
Merve Yavnik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder